Kağıttan Gemi
  A harfimdeki Anlamlar
 
AB:Farsça su demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak çeşitli manaları ihtiva eder: Marifet, İlâhî feyz, zât, varlık, kâmil nefs, ruh-i âzam, tümel akıl.

ABA: Arapça abâe veya abâye de denir. Geniş, fakat kısa bir nevi gömlek olup, dizden biraz aşağı iner ; üst tarafında, baş ve yanlarında kollar için birer delik bulunur. Keçi kılından dokunan kalın ve kaba kumaştan yapılır. Beyaz veya kahverenkli olur. Dervişlerin giydiği bir elbise olup, kökeninin Hz. Peygamber (s)'e kadar uzandığı söylenir. Sûfiyyenin abadan elbise giymesinin, Hz. Peygamber (s)'in sünnetine ittiba için olduğu zikredilir.

ABBASİYYE: Ebu'l-Abbas Ahmet b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Bekri'l-Ensari'l-Endelusî (ö. 633/1235) tarafından kurulan bir tarikat. İspanya'da yaygınlık kazanmış Medyeniyye'nin bir koludur.

ABD : Arapça, lügatta köle insan için kullanılır. Bir insanın kalbi, Allah'ın gayri herşeyden sıyrılmadıkça, kul olamaz. Bu durumda olan kişiye de, Allah'ın kulu denir. Allah mümin kulunu "abd" dan daha güzel bir isimle anmamış, Kur'an'da "ibâdun mukramun" (ikram olunmuş kullar)" (Enbiya/26) buyurmuştur. Nebilerini ve Resullerini de bu isimle anmıştır : "kullarımızdan İbrahim'i an" (Şad/45), "kulumuz Eyyub'u an" (Şad/41), "ne güzel kul" (Şad/30). Hz. Muhammed (s) de ibadetten ayakları şişip kendisine : "Ya Rasulullah (s), Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların afvolmadı mı?" diyen eşine : "Şükreden bir kul olmayayım mı?" karşılığını vermiştir. Yine Hz. Peygamber (s) şöyle der : "Melik peygamber olmakla kul peygamber olmak arasında serbest bırakıldım, ikinci şıkkı tercih ettim" Allah ile mahlukat arasında kulluktan daha yüksek bir derece olsaydı. Rasulullah onu kaçırmaz. Allah da, O'na verirdi. O, bu yüzden şehadet kelimesinde" abduhü ve resulüh" diye anılır. Görüldüğü veçhile, kulluk bir insan için en yüksek makamdır. Tasavvufta, aşağıdan yukarıya doğru manevi yükselişi ifâde eden makamların başına tevbe, en üst zirvesine de kulluk konulmuştur. Kul olun kişi gerçek hürriyet sahibidir. Zira o, Rab'dan başka kimseye boyun eğmez. O, sadece Allah'ın emirlerine sarılır. O'ndan başka herşeyden bağımsız ve hür olur. Allah'ın emirlerine uzak kalan kimse, nefis veya şeytanın esareti altında demektir.
Mutasavvıflar, abd lafzını er-Rabb mukabilinde kullanırlar.
Ubudiyyet salih kula mahsus olup, Allah onu birine nasip etti mi, artık o, Allah tarafından yardım görmüş demektir. Bu şekilde kulun nefsinin ve nevasının hazları örtülür. Sonunda, Allah onu kulluk nimetlerine daldırır ve sadece kendisi ile meşgul eder.

ABDAL: Arapça, bedel, bidl ve bedii kelimelerinin çoğulu olup, büdela da bu meyanda zikredilir. Karşılık, halef, şerefli, cömert, ivaz gibi lügat manaları bulunmaktadır. Tasavvufta ise veliler arasında, insanların işlerinde tasarruf için mânevi müsaade verilmiş kişilerdir. Türkçe'de kullandığımız abdal (hatta *****) kelimesi. Arapça "Ebdal"den bozmadır. Kamus-ı Türkî'de safderun, ahmak, bir şeye akıl yormaz, kalendermeşrep ve derviş adam şeklinde tarif edilir.
Tasavvufta, abdal, rical-i gaybtendir. Kur'an-ı Kerim'de geçmemekle birlikte. Aliyyü'l-Kari'nin Mevzuatı'ndan öğrendiğimize
II, 1265)." Sizden önceki ümmete mensup bir kişi, hesaba çekildi. Hayırlı bir ameli bulunamadı. Ancak yumuşak bir insandı. Hizmetçilerine emrederken zora koşmazdı. Allah (c), şöyle buyurdu. "Buna ondan daha lâyıkız, onu affediniz (bırakınız)" Keşfu'l-Hafa, l, 135. Bu isim Kur'an'da beş yerde geçer.

ABDÜSSELAMİYYE: Rifaiyye'den Sa'diyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

AB-I ATEŞ-EFRUZ: Farsça olan bu tabir, ateşin alevini artıran su anlamına gelir. Tasavvufî açıdan bu tabir, İlâhî feyizleri ifade eder.

AB-I HARABAT: Farsça-Arapça bir tamlama olup, harap yerleri canlandıran su anlamına gelir. Rahmani tecelli bir su gibi, insanın iç ve dış pisliklerini temizler, onu ma'mur ve olgun hale getirir.

AB-I HAYAT: Farsça, hayat suyu manasınadır. Bu suyu içenin ölümsüz olacağına inanılır. Aynı manaya gelen başka terimler de vardır : Ab-ı zindegi, ab-ı cavidani, dirilik suyu, bengisu, hayat kaynağı, aynü'l-hayat, nehrül-hayat, ab-ı Hızır, ab-ı iskender. Kur'an'da ab-ı hayata işaret Hızır (a) ve Hz. Musa (a) hikayesindedir. Bu hikaye şu şekilde cereyan etmiştir: İsrailoğullarının peygamberi, Hz. Musa (a) bir gün genç arkadaşıyla birlikte yolculuğa çıkar. Hedef, yolda Hızır (a) ile buluşmaktır. Buluşma yeri de "iki denizin birleştiği" mevkidir. Hz Musa bu yeri tanıyabilmek için, yanına balık alır, bu balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır. Ancak Hz. Musa (a)'nın genç arkadaşı deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında, balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutur. Yolda yemek için konakladıklarında, durumu kendisine anlatır. Bunun üzerine Hz. Musa (a) tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin, orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından "rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhari, Müslim olmak üzere Ebu Davud Tirmizi ve el-Müstedrek'te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur'an-ı Kerim ve Buhari dışındaki hadis kaynaklarında, Hz. Musa (a) ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair, herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhari'de mevcut değişik bir rivayette, bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, "Hızırla buluşacakları kayanın dibinde bir ayn (kaynak) vardı ki, buna hayat kaynağı (aynü'l-hayat, ab-ı hayat) deniyordu. O suyun temas edip de diritmediği hiç bir şey yoktu. Tuzlu balığa işte bu sudan ***ramıştı.
Ab-ı hayat, Zülkarneyn kıssasında da geçer : Nuh (a)'un torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedi hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran ab-ı hayattan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Rivayete göre, Allah, bunu Şam'ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn, halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa ile, askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Ab-ı hayat, "karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler. Bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa. Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilahi bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada ab-ı hayatı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedi hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn ile karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve ab-ı hayatı ararsa da bulamaz, kaderine razı olur. Bir müddet sonra ölür.
Tasavvufta ab-ı hayat, Allah'ın el-Hayy isminin hakikatmdan ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, ab-ı hayatı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hayy" sıfatıyla hayatta olduğu gibi diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı, Hakk'ın hayatıdır.

AB-I HAYAVAN: Farsça, dirilik suyu Ebedi hayat verdiği zannolunan su. Tasavvufta bu terim "irfan"ın müteradifi olup nurun pırıltıları ve İlâhî tecelliler için de kullanılır.

AB-KEŞ:Farsça. Su çeken manasınadır. Tekkelerde su çekenlere verilen addır. Farsça su manasına gelen "ab" ile yine Farsça çekmek manasına gelen "keşiden" masdarının ism-i faili olan "keş" ten teşekkül etmiş bir terkiptir. Eskiden büyük tekkelerde sırf bu işle görevli kimseler vardı.
Vaktiyle, hayır için yapılan sebilhanelerden bazılarının içinde, birer kuyu kazdırılırdı. Bu kuyudan su çekerek, sebilhane bardaklarını doldurmak hizmetiyle görevli olan bir de abkeş bulunurdu. Bu göreve verilen kimseler için, vazife tahsis edildiğine dair evkaf defterlerinde kayıtlar vardır.


AB-I REVAN: Farsça , ruhların suyu demektir. Sufilerin kalplerinde sürekli duydukları sevinç huzur ve iç açıklığı hali.

AB-I İNAYET: Farsça ve Arapça iki isimden teşekkül etmiş bu tabir inayet suyu anlamındadır. Tasavvufta, ilahi rahmetin peşpeşe gelişine ab-ı inayet derler.

ABRİZCİ: Farsça, su döken demektir. Mevlevi tekkelerinde abdesthane temizleyicilerine verilen isim. Kennas (süpürgeci) da denir. Tekkeye yeni gelen adayın, nefsini yenip yenemeyeceğinin ilk imtihanı tuvalet temizliği ile yapılır, daha sonra bunu başarması halinde, tekkedeki diğer görevlerde istihdam edilirdi.

ÂDÂB: Edeb kelimesinin çoğulu olan bu kelime, izlenmesi gereken esaslar, görgü kuralları gibi manaları ihtiva eder. Sufilerin uymak zorunda olduğu bu görgü kurallarına "adab-ı sufiyye", "adab-ı tarikat", "adab ve erkan" gibi isimler verilir. Adab konusunda, bir hayli eser bulunmaktadır. Bunların bir kısmı, sohbetin, bir kısmı şeyhliğin, bir kısmı da müridliğin görgü kurallarını anlatır. Bu görgü kuralları, tarikatlara göre farklılık arzedebilir. Adab konusunda şu düsturlaşmış ifade, onun önemini ortaya koyar : "Edeblere riayet etmeyen, sünnetlere riayet etmeyi kaçırır, sünnetlere uymayı kaçıran farzları ve vacipleri gereği gibi yapmaktan uzaklaşır farz ve vacip gibi dinin temellerinin yeterince yerine getirilememesi, kişiyi imanını kaybetme tehlikesine duçar eder. imanını kaybedene binlerce vah olsun!" O halde mutlu sona ulaşmanın ana kaynağı daha doğrusu başlangıç noktası adab'tır. Adab'ın korunması işte bu sebeple büyük önem arzeder.

ADİLİYYE: Bedrüddin Mahmud b. Ömer b. Ahmedi'l-Adiliyyi'l-Abbasi (ö. 970/1 562)'nin kurduğu bir tarikat. Bargisiyye'nin şubelerinden birisidir

ADL: Arapça, adalet denge demektir. Allah'ın vacibi ihlalden ve çirkini işlemekten münezzeh olmasıdır. Allah boşa gayesiz, hedefsiz bir iş yapmaz.

ÂFET: Arapça musibet anlamına bir kelime. Kötü huylarda bulu
nan zararlar ve musibetler. Manevi eğitimde, dervişin olgunlaşmasına engel hususlara da âfet denir.


AFİFİYE: Abdülvahhab b. Abdissamed el-Afifi el-Merzuki (ö. 1180/1766)'ye nisbet edilen bir tarikat. Şaziliyye'den Nasıriyye'nin bir koludur.

AGÂH ETMEK: Farsça, uyandırmak. Mevlevi tarikatında mutfakta görev yapan içmeydacının, sabah ezanından evvel, tekke odalarında yatanları kapılara vurarak "agah ol dedem" diyerek uyandırmasıdır. Bu uyandırma gece teheccüd namazı için olurdu. Farsça'da bu kelime, "uyanık" manasına gelmektedir. Mevlevîlerde uyuyan kişiyi ürkütmeden uyandırmak tarikat edeblerindendir. Bu uyandırma işi bir başka uygulanış şekliyle şöyleydi : Uyuyan dervişin hafifçe yastığına el ucuyla sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap edilerek "derviş... agah ol!" denilirdi ki bu, uyan demektir.

AGÂH KİŞİ: Farsça, arif uyanık, bilen sezen, anlayışlı kişi demektir. Hakikat yolunu bilen kimsede bu özellikler bulunur ve bu durumda olan kişilere de, agah kişi denir.

AHDALİYYE: Ebu'l-Hasan Aliyyi'l-Ahdalî tarafından kurulmuş bir tarikat.

AHDAS: Arapça, yeni yetişmiş, genç, delikanlı gibi manaları olan bir kelime. Büyük sufiler, yeni yetme, güzel yüzlü gençler ile sohbet etmeyi tehlikeli görmüşlerdir.

AHD-İ EMANET: Arapça emaneti kabul sözü demektir. İlâhî sözleşme ezeli söz veriş.

AHİDNAME: Arapça ve Farsça, yazılı belge veya sözleşme anlamında bir tabir. Hilafetname. Şeyhin müridlere yaptığı tavsiyeleri ve kuralları gösteren yazılı metin.

AHFİYA: Arapça, gizliler demektir. Bu tabir melami meşrepte olanlar için kullanılır. Onlar, adet ve şekle önem vermeyip, halk içinde sıradan biri gibi kendilerini gizledikleri için, bu tabirle anılmışlardır.

AHİR: Arapça, son demektir. Her şeyin evvel ve ahiri Allah'tır. Halife olan insanın bu hilafeti, Evvel ile Ahir arasında bir berzahtır. Evvel ve Ahir, bir yönden Hakk'ın ayrı ayrı iki vechi, diğer yönden ise birbirinin aynıdır.

AHİRET: Arapça, dünyanın zıddı. Dünya, nisbeten daha yakın anlamına gelirken, ahiret, dünyaya nisbetle sona kalan, tehir eden, geciken, son, neticede varılacak yer gibi anlamlara gelmektedir. Öbür Dünya diye tabir olunan, cennet, cehennem, ârâf, iyiliklerin ve kötülüklerin karşılandığı yer, sırat, mizan gibi yerleri ihtiva eder. Ehl-i Sünnet inancına göre bunların hepsi haktır ve gerçektir. Dinlerin çoğunda ahiret inancı vardır. Öbür dünyada ölüm yoktur. Oradaki hayat ebedidir. Kur'an-ı Kerim'deki bir ayete göre ahiret dünyaya nisbetle daha hayırlıdır: "Ahiret Senin için dünyadan daha hayırlıdır" (Duha/4)

AHİ TAÇ: Arapça-Farsça. Kadirî tarikatının Ahi koluna mensup şeyhlerin giydikleri tacın adı idi. Beyaz çuhadan, içi pamuklu sekiz dilim üzerine yapılır, üzerine yeşil sarık sarılırdı. Taç, her tarikatın bir amblemiydi. Dervişin taşıdığı tacdan, hangi tarikatın hangi şubesine mensup olduğu anlaşılırdı.

AHİRET ADAMI:Arapça-Türkçe. Takva ehli için kullanılır. Genellikle yaşlı, elini eteğini, güçsüzlük, zayıflık sebebiyle dünyadan çekmiş, Mevlasına kavuşmanın hazırlığı içinde olan adamlara denilir. Ruhen itmi'nana kavuşmuş, müsterih, huzur sahibi insan. Bu türlü olan kadınlara da "ahiret hatunu" denirdi. "Ahiret hatunu bir bacıdır". Manevî analar hakkında da "ahiret anası" tabiri kullanılırdı.

AHMEDİYYE: Ebu'l-Ferhad b. Ali b. ibrahim el-Hüseyni el-Bedevi (öl. 675/1276) tarafından kurulan bir sufiyye okulu Şaziliyye'nin şubesidir.

AHMEDİYYE: Ahmed Şemseddin Efendi (öl. 910/1504-5)'ye nisbet edilen ve Hâlvetiyye'nin dört ana kolundan biri olan sufiyye okulu. Ahmediyye'ye. "Orta Yol" da denilir.

AHMEDİYYE: Seyyid Ahmed er-Rifaî'nin kurduğu, Rifaiyye tasavvuf okulunun diğer adı. Kurucusunun ilk adına nisbetle, Rufaiyye'ye Ahmediyye denilmiştir.

AHMEDİYYE: İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki es-Serhendî'nin (971/1034-1563/1625) tesis ettiği, Nakşî şubelerinden Müceddidiyye'nin bir başka adı. Yine Müceddidiyye, kurucusunun ilk adına izafeten (Ahmed) bu isimle de anılmıştır.


AHMEDİYYE:
Ebu'l-Abbas b. Abdu'l-Hakk er-Rudavli el-Çiştî (ö. 1000'den sonra)'ye nisbet edilen bir tarikat. Hoca Muinuddin-i Çiştî'nin tesis ettiği Çiştiyye tasavvuf okulunun şubelerinden birinin adı.

AHRAR: Arapça hürr kelimesinin çoğuludur, hürriyet sahibi olanlar, hür kişiler demektir. Dünya kayıtlarından ve nefsin kötü sıfatlarının etkisinden kurtulmuş kişiler, özgürlüğü elde etmişlerdir. Bu yüzden bunlara, ahrar yani hür kişiler denir.

AHRARİYYE: Nakşilik şubelerinden biri olup Hoca Bahaeddin Nakşbend'den sonra, Nakşbendiyye tasavvuf okulunun aldığı isimdir. Kurucusu, Hoca Ubeydullah ibn Hoca Mahmud İbn Şihabeddin Ahrar (ö.895/1490)'dır. Hoca Ubeydullah, aslen Taşkent'lidir. Fatih Sultan Mehmed'in kendisine özel bir sevgi ve saygı beslediği söylenir. Hoca Ubeydullah, hayatının ilk döneminde çok fakr ü zaruret çekmiş iken, sonradan malının miktarını bilemeyecek kadar zenginleşmişti. Adının "Ahrar" olması sebebiyle kurduğu Nakşilik şubesine "Ahrariyye" adı verilmiştir.

AHVAL: Arapça hal kelimesinin çoğuludur, haller demektir. İçinde bulunulan zaman veya durum demek olan hal, sûfiyye terimi olarak, kendiliğinden, kesbsiz kalbe doğan mana, cezbe, baygınlık, coşkunluk demektir. Makam ile hal arasında bazı farklar vardır :
1. Hal çalışmadan elde edilir vehbîdir, makam çalışılarak elde edilir, mekasib türündendir.
2. Makam sahibi makamında kaim ve mütemekkin, hal sahibi ise halinde mütehavvil ve mütelevvindir.
3. Hal çift çift gelir : kabz ve bast fena ve beka, sekr ve sahv gibi. Makamlar tevbe, tevekkül, teslim gibi ferd ferd teşekkül eder.
Kaynaklar bu konuda şu izahı yapar : Hal şimşek gibidir. Parlar ve derhal kaybolur. Bazı sufiler, haller baki ve devamlı olursa hal değil nefsin sözü olur, demişlerdir. Diğer bir takdire göre haller, isimleri gibidir, yani haller kalbe gelirler ve derhal yok olup giderler. Sıfat mevsufla kaimdir. Kul, bulunduğu makamın şartını yerine getirmeden bir üst makama yükselemez, çünkü kanaati olmayanın tevekkülü, tevekkülü olmayanın rızası yoktur. Hal, kulun cehd ve gayreti ile olmayıp, kalbine gelen sevinç, üzüntü, genişleme (bast) ve sıkılma (kabz) vs. gibi ruhi hallere denir. Haller Allah vergileridir. Makamlar, kulun cehd ve gayretine bağlıdır. Makam sahibi makama sağlamca yerleşmiştir. Hal sahibi ise halden hale yükselir. Eğer haller birbiri ardınca gelmez ve devamlı olmazlarsa onlara "levaih" ve "bevadih" denir. Hal, bazan insana haz verir, fakat gelip geçicidir. Yani "tavarık" tırlar. Hz. Peygamber (s), bir halden bir hale yükselmekteydi. Makamların gerektirdiği; karar ve sebat, halin gerektirdiği ise; geçiş ve ilerlemedir. Haller amellerin mirası ve neticesidir. Ahval, dini his ve heyecanlar manasına da gelmektedir. Hal vehbî, makam kesbîdir, denilir. Her makamın başlangıç ve bitiş noktaları vardır. Bu ikisi arasında bir çok haller vardır. Her makama ait bir ilim ve her hale ait bir işaret vardır.


AHYAR: Arapça, hayırlılar manasına gelir. Dünya düzenini koruyan, "ricalü'l-gayb" veya "ricalullah" denilen seçkin insanlardır. Bunların sayıları çeşitli kaynaklara göre, altı ila üçyüz arasında değişmektedir.

AHZ-I FEYZ: Arapça feyz alma anlamındadır. Bir müridin bir mürşidden veya kamil veliden manen yararlanması.

AHZ-I TARİKAT: Arapça tarikat almak demektir. Bir tarikata sülük etmek (initiation) manasına kullanılır.

AHZ-I YED: Arapça el almak manasındadır. Tarikata girmek, bir şeyhi, maneviyat bilgilerini kendisine öğretmek ve eğitmek üzere öğretmen olarak kabul etmek.

AKABE: Engel ve yokuş anlamında Arapça bir kelime. Hakk'a giden yolda karşılaşılan zorluklar. Açlık, uykusuzluk, fakr, zillet vs. gibi.

AKD: Arapça, bağ, bağlama, akd etme, sözleşme vs. gibi manaları vardır. Akd, bazı sufilere göre, kalplerin yeminlerden olan kasıtları kazançlarıdır. Ayet : "Ey inananlar akidleri yerine getiriniz" (Maide/1) Yine bir ayet : "Lakin O, sizi, bağladığınız yeminler sebebiyle muahaze eder..." (Maide/89). Akd, müslümanlarm üzerinde icma ettiği sünnettir. Halef, selefin bunu uyguladığını tevatüren nakletmiştir.

ÂLEM: Arapça, kainat, güneş sistemi ve çevresindeki dönen gezegenler topluluğu, cihan, dünya, bütün varlıklar, mahlukat, insanlar, halk, cemaat, cemiyet çevre vs. gibi kelime anlamlan vardır. Tasavvufta ise, Allah'tan gayri herşeye âlem denir. Âleme, âlem denmesinin sebebi onunla Allah'ın isimler ve sıfatlar bakımından bilinmesidir. Zira âlem kelimesi bilmek masdarından türemiştir.

ÂLEM-İ EMR: Arapça, emr âlemi demektir. Sebebe bağlı olmaksızın Hak tarafından vücud bulan âlem. Melekut âlemi bu âlemdendir. Halk âlemi ile arasındaki fark, emr âleminin bir anda var olmasıdır.

ÂLEM-İ HALK: Arapça, yaratılan âlem demektir. Sebebe bağlı olarak vücuda gelen âlem. Şehadet âlemi bu gruba girer.

ÂLEM-İ DÜNYA: Arapça, dünya âlemi demektir. Hak buna insan vasıtası ile nazar eder. Buna vücudi şehadet de denir. İnsan vasıtasıyla bakılmayan her âlem, gayb âlemidir.

ÂLEM-İ KUDS: Arapça, kutsal âlem anlamındadır. Yaratılışa ait hükümlerden ve kevni noksanlıklardan yüce ve mukaddes olan İlâhî manalar âlemi.

ÂLEM-İ KÜBRA: Arapça, büyük âlem demektir. Zahiren büyük âlem, kainattır. Küçük âlem de insan. Gerçekte kainat, insanda durulmuştur. Ağacın çekirdekte dürülü halde bulunuşu gibi. İnsan, bütün âlemlerin aslıdır. Bu âlem, kamil insan için yaratılmıştır. O halde insan "illeti gâiyye" olduğu için asıldır, mevcudat ise fer'dir. İnsan zahiren küçük, fakat hakikatta büyük bir âlemdir.

ÂLEM-İ SUĞRA: Arapça, küçük âlem anlamındadır. Küçük âlem, insandır.

ÂLEM-İ ERVAH: Ruhlar âlemi anlamında Arapça bir ifâde. Vücud, "taayyün-i sani" ve "vahidiyyet" mertebesinden sonra, "suver-i ilmiyye" bakımından "ruhlar" mertebesine iner. Bu mertebede suver-i aliyye, cevher-i basit olarak ortaya çıkar. Bunların rengi ve şekli yoktur. Zaman ve mekanla alakalan yoktur. Çünkü bunlar cisim değildirler. Bu mertebede her ruh, kendisini ve kendi mebdei olan Hakk'ı idrak eder. "Elestü birabbiküm kâlû bela" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet dediler) A'raf/172 ayet-i kerimesi ile bu mertebeye işaret edilir.

ÂLEM-İ MİSAL: Arapça, misal âlemi demektir. Bu mertebe, sufiler tarafından kabul edilen bir mertebedir. Bu mertebe; zatın, parçalanma ve bölünme kabul etmeyen şekiller ile hariçte zuhurudur. Bu mertebeye misal denmesinden maksad; ruhlar âleminde bulunan her bir ferdin, cisimler âleminde bürüneceği bir şeklin benzerinin bu âlemde zahir olmasından ötürüdür. Âlem-i berzah da derler. Bu mertebe, gayb ve şehadet arasını ayıran bir sınırdır.

ÂLEM-İ ŞEHADET: Arapça, görünen âlem demektir. Zat-ı Mutlak'ın parçalanma ve bölünme kabul eden cisimlerin şekilleri ile hariçte zuhurudur. Onun için bu âleme "âlem-i kevn ü fesad" derler. Çünkü, cisimlerin şekilleri bir yandan oluşum halinde, diğer yandan da bozulma durumundadır. Bu âleme, şu isimler de verilir : Âlem-i mülk, âlem-i nasut, âlem-i hiss, âlem-i anasır, âlem-i eflak ü encam, âlem-i mevalid.

ALEM: Arapça, bayrak ve sancak demektir. Devletin sembolü olarak kullanılan bu enstrüman, sûfiyye tarikatlarında da kullanılırdı. Emevilerin beyaz bayraklarına karşılık, Hz. Ali taraftarlarının yeşil bayrağı olduğu söylenir. Bayrakların üzerinde "inna fetehna leke fethan mubina" çifte yazılı "Muhammed" (s) "Nasrun minallahi ve fethun karib" ve özellikle "La ilahe illallah" gibi ibareler bulunur. Tekke bayraklarının alemlerinde, "Ya Abdelkadir-i Geylani", "Ya Seyyid Ahmed er-Rufai", "Ya Gavs-i A'zam" gibi tarikat pirlerinin isimleri yazılıdır.

ALEVİYYE:Derkaviyye tarikatının Cezayir'de yayılma kaydetmiş kolu.

ALEVİYYE: Sun'i bir bağlantı ile dördüncü halife Hz. Ali'ye dayandırılan bir tarikat.

ALEVÎ TACI: Bektaşîlerin başlarına giydikleri on iki dilimli (terk) taç. Bir adı da "fahir" olan bu taç, beyaz yünden yapılır. Babalar, fazladan olmak üzere, bunun üstüne beyaz yünden mamul bir sarık sararlar.

ALIN: Türkçe. Tasavvuf edebiyatında vahdet (birlik) sembolü. Bazı tarikatlarda, dervişin sülük çıkarırken geçirdiği zikirmakamlarından birisi. Sâlik bu makamda, iki kaşı arasındaki nefs-i natıka noktasında ve saçların alına bitiştiği yerde (cesed) zikir çeker. Bu nefy-i isbat'tan önce gelir.

ÂL-İ ABA: Arapça. Aba (kaftan, cübbe) ailesi demektir. Rivayete göre, bir gün Hz. Peygamber (s) üzerinde aba bulunurken, yanına gelen Hz. Ali'yi, kızı Hz. Fatıma'yı, torunları Hasan ve Hüseyin'i bu abanın altında toplar. Bu şekilde, Hz. Peygamber (s)'in yakınlarını belirleyen bir ifade olmak üzere, adı zikredilen kişiler "âl-i aba" terimiyle anılmışlardır. Sayıları: Hz. Peygamber (s), Hz. Ali, Hz Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fatıma olmak üzere beş kişiden müteşekkil olduğu için bir elin beş parmağına benzetilerek "pençe-i âl-i aba" yahut "penç ten-i âl-i aba" gibi isimlerle de anılmışlardır.

ALİ SIRRI: Arapça. Buna "arı sırrı" da denir. Aleviler ve tasavvuf ehli arasında kullanılan bu terim, arının kovan kurması, bal yapması ve yaşayışı bakımından, insanı hayrette bırakan bir düzene uyması dolayısıyla söylenmiştir. Arının sırrına nasıl akıl ermezse, Hz. Ali'nin sırrına da akıl ermez anlamında söylenir.

ALİYE: Halvetiyye tarikatının kollarından biri. Ahmed b. Aliyyü'l-Harinî tarafından kurulmuştur.

AMMARİYE: Kadiriyye Tarikatı'nın bir koludur. Cezayir ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde yaygındır.

AMME: Arapça, Cumhur, halk, ahali demektir. Dış şekilleriyle şeriata bağlı olan genel çoğunluk.

AMUDİYYE: Medyeniyye Tarikatı'nm bir koludur. Ebu isa Şad b. İsa tarafından kurulmuştur.

ÂN: Zamanın taksim edilemeyen en küçük parçası demektir. Sufilere göre mevhum ve mücerret bir mefhumdur. Cenab-ı Hakk'ın zuhurundan dolayı anlaşılır. Ancak bu, zaman ve mekan kavramının dışındadır. Çünkü O, zamandan münezzehtir. Vahdetin sırrına tam olarak ulaşan sufiler "an-ı daim"i yaşarlar. Onlar İbnü'l-vakttir, yani vakti en iyi şekilde, Allah'ın razı olacağı şekilde değerlendirirler.

ARABİYYE: Ömer b. Muhammed el-Arabi tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

A'RAF: Arapça. Tepeler demektir. Günah ve sevabı eşit olan kişiler, ne cennete ne de cehenneme giderler. A'raf denen yerde dururlar. Cennetle cehennem arasındaki bir yer. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla tecelli etmesi durumunda, seyretme yeri.

ARAİS-İ HAK: Arapça Hakk'ın gelinleri anlamınadır. Allah, çok sevdiği velilerini kıskandığı için halka açıklamaz. Gerdek gecesi, gelini damatdan başkası göremediği gibi bu velileri, ilâhî haremde Hak'dan başkası görmez.

ARAK-ÇİN: Arak, Arapça'da ter; "cin" Farsça'da toplayan demektir. Kavuğun veya fesin altına teri toplaması için giyilen takkedir. Buna Arapça'da Arakiyye denmektedir.

ARAKİYYE: Kavuğun veya fesin altında, ter toplanması için giyilen takkedir. Zamanla dervişlerin giydiği takkeye özel isim olmuştur.

ARBEDE: Arapça. Bed (kötü) huyluk etmek demektir. Cezbeli dervişlerin, hal galebesi durumunda Hak ile olan tartışmaları.

ARIZ (AVARIZ): Arapça. İlişen demektir. Tabii olmayan, sonradan gelen, kalbe ve ruha musallat olup, Hakk'a ulaşmaya engel teşkil eden nefsani arzu ve istekler, vesveseler.

ARİF: Arapça, irfan sahibi anlamındadır. Allah'ı gerçek yönüyle bilen kişi. Âlim gibi bilen manasına gelirse de ondan farklıdır. Âlim, ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde eder. Arif ise, irfana, ilham ve hal ile ulaşır. Cenab-ı Hakk'ı keşf ve müşahade yoluyla bilen kişi. Bu bakımdan ümmi bir insana da arif denilir, ancak âlim denemez. Arifler için, ehl-i yakin, ehl-i din, veli, kutb ve genel olarak "arif-i billah" tabiri kullanılır.

A'REF Bİ'L-MESNEVİLİK CİHETİ: Mevlevîlik terimlerindendir.
Mesnevi-hanlık verilecek kişilerin, imtihan sonucunda ehil oldukları belirlenince Evkafa teklif edilmesi demektir, ilk kez III. Selim zamanında Galata Mevlevi-hanesi şeyhi Şeyh Galib'e verilen bir unvandır. Buna "Alem bi'l-Mesnevi" de denilir. Bu unvan, bir ara unutulmuş ancak Üsküdar Mevlevihânesi şeyhi Ahmet Remzi Efendi tarafından tekrar canlandırılmış ve Galata Mevlevihânesi şeyhi Ahmed Celaleddin Efendi bu göreve getirilmiştir.

ARSLANLI ÇEŞME : Hacı Bektaş ilçesinde, Hacı Bektaş-ı Veli külliyesinde avlunun sağında bulunan çeşme. Bu çeşmede su, arslan heykelinin ağzından akmaktadır ki, Bektaşilere göre zemzem olarak kabul edilir.

ARŞ: Arapça bir kelime olan "arş" m kelime anlamı, taht, çardak tavan ve kubbe demektir, islamî olarak; terim, Allah (c.c)'ın kudret ve azametinin tecellisinden kinaye olarak, dokuzuncu kat semada bulunduğu tasavvur olunan taht'dır. Bu bakımdan asıl anlamını ancak Allah'ın bildiği bir şeydir. Kainattaki bütün varlığı kuşatan bir cisim olup, yüksekliğinden dolayı bu ismi almıştır. Müfessirlerin izahına göre, Allah (c.c) önce Arş'ı yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayette Allah (c.c) Arş'ı istila etti yani Arş'a hükmetti şeklinde geçmektedir. Bkz. msl: Tâha/5. Tasavvufta ise Arş, gönül demektir.

AVARIZ: Arapça, ilintiler demektir. Tasavvufa girmiş kişinin salikin önüne çıkıp, Hakk'a giden yolda, kendisini alıkoyan manevî engeller.

AVAİD: Arapça, adetler, alışkanlıklar demektir. Toplumun benimsediği kurallar. Kişiler bu kurallar uğruna, hak bildikleri şeylere uymakta zorlanırlar.

AVALİM-İ ERBA'A: Arapça dört âlem: Âlem-i Lahût, Âlem-i "İvlelekut, Âlem-i Ceberut, Âlem-i Mülk (Veya Âlem-i Nasût).

AVALİM-İ HAMSE: Arapça, beş âlem demektir. Onlar da şunlardır.
1- Mutlak gayb âlemi
2- Ruhlar âlemi
3- Misal âlemi
4- Cisimler âlemi
5- Mertebe-i Cami'a.
Bu âlemler şu şekilde sıralanır:
1- Âlem-i ilm
2- Âlem-i Ceberut. Bu da ikidir, a) Âlem-i Ceberût-i âlâ b) Âlem-i Ceberût-ı esfel
3- Âlem-i Melekût
4- Âlem-i halk. Ceberut ikiye ayrılınca bu âlemler beş olur.


AVALİM-İ KÜLLİYE: Arapça, külli âlemler demektir. Buna akl-ı küll, akl-ı evvel, rıefs-i külliye ve insan-ı kamil de denir.

AVALİM-İ LÜBS: Arapça, giyme (veya karışık olan) âlemler anlamındadır. Ehadiyyet hazretinden inen ve onun aşağısında bulunan mertebelerin tümüne avalim-i lübs denir.

AVALİM-SEB'A: Arapça, yedi âlem demektir. Halvetilik'de yedi âlem kabul edilir.
1- Âlem-i Şehadet
2- Âlem-i Misal
3- Âlem-i Ervah
4- Âlem-İ Ceberut
5- Âlem-i Lahût
6- Âlem-i Nasût
7- Âlem-i Hakikat.


AYAKÇI : Mevlevîlerde, tarikata ilk giren dervişin bulunduğu merhale.

AYAK MÜHÜRLEMEK : Bazı tasavvuf okullarında bu tabir şöyle açıklanır : Şeyhin huzuruna gelen müridin, sol elini sağ omuzuna, sağ elini de sol omuzuna sağ ayağının baş parmağını sol ayak baş parmağı üzerine koyarak hürmet ve saygı ifade eder bir vaziyette durmasıdır. Bu hareketin manası, müridin şeyhine: Elim, ayağım yok, baş eğik, şeyhime teslim olmuşum, demesidir.

AYAK TÜRABI : Türab Arapça'da toprağı ifade eder. Mütevazi, sessiz, mahviyyet sahibi demektir.

AYAKKABI ÇEVİRMEK : Tekke adabında, misafirlerin ayakkabıları, çevrilmeden çıkardıkları istikamette bırakılırdı. Bu, kişinin tekkeden çıkarken şeyhe arkasını dönmemesi içindir. Şayet ayakkabı çevirilirse bunun anlamı, git bir daha gelme, demekti.

AYAN : Arapça, göz, pınar anlamına gelen "ayn" kelimesinin çoğuludur. Eşyanın İlâhî ilimdeki suretidir.

AYAN-I SABİTE: Arapça, değişmez aynlar, özler demektir. Varlıkların Allah (c.c)'ın ilminde sabit olan ezelî hakikatları. Varlık âlemine çıkmadan önce, bunlar hakkındaki ilmi.

AYDERUSİYYE: XV. asırda yaşamış olan Ebubekir el-Aydarus (ö. 1503)'a dayandırılan bir tarikat. Kübreviye'nin Yemen'deki koludur.

ÂYET: Arapça'da burhan, alamet, nişan eser demektir. Kur'an-ı Kerim'in her bir cümlesi. Tasavvufta ise, birbirinden farklı gibi görünen şeylerin hakikat gözüyle bir ve bütün olarak görünmesidir. Çünkü bir anlamda, ayetler Allah'ın sıfatları olmakla beraber, zatının aynıdırlar.

ÂYİN: Farsça'da tören, merasim, usul demektir. Usul ve ibadet tarzı. Zikir ve sema esnasında okunmak ve mutribde çalınmak üzere, muhtelif makamlarda bestelenen manzumedir. Ferahfeza, dügah ve rast âyini diye kısımlara ayrılmıştır. Bu anlamda âyin okuyanlara, âyin-hân denir. Mevlevihanelerde, tekkelerin kapatılmasına kadar, sema sırasında âyin-hânlarca okunan, ancak bestekarları unutulmuş ilahilere de âyin-i kadîm denilirdi.
Bektaşîlerin dem olmak, gülbank çekmek, nefesler okumak şekliyle yaptıkları âyine ise, âyin-i cem denir.


ÂYİN-İ EHLULLAH: Ehlullah'ın merasimi anlamında Farsça ve Arapça kelimelerden oluşmuş bir terkib. Şeyh ve halifesi tarafından yönetilen, müridlerin katılımı ile yapılan tarikat merasimleri. Bu terkib evliyanın ibadeti, adeti, ahlakı, meşreb ve zihniyeti için de kullanılır.
Zikir merasimlerine, Mevleviler, sema veya mukabele; Celvetiler nısf-ı kıyam, Halvetiler darb-ı esma; Şazililer hadra; Kadiriler devran, Rifailer ve Sadiier zikr-i kıyam; Nakşbendiler hatm-i hacegan derler.

AYNA-AYİNE : insan-ı kamilin kalbine, ayna denir.

AYN: Arapça, pınar, göz vs. gibi anlamları taşıyan bir kelime. Araz olmayan. Kendi kendine var olan. Varlığı kendinden olan.

AYNÜ'L-CEM GÜLBANGI :Mevlevî tarikatında şeyh ve dervişlerle, muhiblerin, âyin okunurken, kalkıp kol açmaksızın sema etmeleri.

AYNE'L-YAKİN: Arapça, yakini görmeyi ifade eder. Gözle görmek yoluyla ulaşılan ilim.

AYNU'L-ÂLEM: Arapça, âlemin gözü demektir. İnsan-ı kamil anlamındadır.

AYŞ: Arapça, yaşamak demektir. Hak ile üns halinde olmaktan duyulan haz.

AYYAR: Arapça, sözlük anlamı, atılgan gözü pek yılmayan, fedakar demektir. Abbasiler'de fedai bölüğüne denilirdi. Ayrıca fütüvvet teşkilatının seyfî, kılıçlı kısmıdır.

ÂZÂD: Farsça özgür demektir. Dünya ve dünya ile ilgili bütün bağlardan kurtulup, manevi hürriyete kavuşmuş kişi.

A'ZAMİYYE: İmam-ı Azam Ebu Hanife (ö. 767)'den sonra, adıyla bağlantı kurulan bir tasavvuf okulu.

AZİMET: Arapça, kastetme, karar verme, ihtiyat ve ruhsatlardan uzak şer'i emirlerin ruhuna uygun yaşamak. Tasavvuf yolu. Mukabili ruhsat (kolaylık) yoludur.

AZİZ:Mevleviler arasında Çelebi Efendi'nin dervişler arasındaki adı. Bu bakımdan kendisine "aziz efendimiz" diye hitab ederlerdi.

AZİZAN: Nakşibendî sadatından Şeyh Ali er-Ramitenî'nin lakabı ve bu isimle anılan tarikatın adı. Hacegan tarikatı aynı anlamdadır.

AZİZİYYE: Rifaiyye Tarikatı'nın bir koludur. izzeddin Abdulaziz b. Ahmed ed-Dirinî (ö. 1295)'ye izafe edilmektedir.

AZRA: Arapça, dilber, bakire, kimsenin keşfedemediği ve vakıf olamadığı yüce hakikat demektir.

AZUZİYYE: XIX. asırda Tunus'ta küçük bir alanda faaliyet gösteren bir tarikattır.


 
  Bugün 11 ziyaretçikişi burdaydı! Copyright © Tüm hakları saklıdır 2011© | ву мυнαммєя : kagittangemi.tr.gg  
 
kagittangemi.tr.gg
Gulet Charter
Otel Şikayet
Jquery
Eskişehir Emlak
Tekne Kiralama
Ucuz Tatil
Tags Area
Link Ekle
Tatil Dizayn
Web Dizin
Turkey Hotels
Otel Dizin
Ferry Boat Turkey
Otel Video Erken Rezervasyon
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol