Kağıttan Gemi
  H harfindeki Anlamlar
 
 
HA : Zât'm varlık, hazır oluş ve ortaya çıkış açısından düşünülmesi.
HÂB : Farsça, uyku demektir. İradenin, beşerî fiillerde fânî olması. Hâb-ı gaflet: Gaflet uykusu.
HABBE: Arapça, tane manasına gelir. Habâb, su üzerinde oluşan kabarcıklara denir. Fındık büyüklüğünde veya daha küçük, akîk veya Necef taşından yapılmış tanelere denir. Bunlar yuvarlak veya kesme olur. Bu taneler ince ve gümüş bir zincire geçirilir. Düşmemesi için, aşağı ucunda, gümüş telden bir yuvarlak bulunur. Üst kısmı da iğnelidir. Bu şekilde iki habbe, gömleğin veya Hayderiyenin sağ ve soluna takılır. Bunu "Hasan-Hüseyin Sevgisi" ne işaret olmak üzere, Bektaşîler kullanırlardı. Özellikle, Hz. Muhammed (s)'i, Fatıma'yı ve oniki imamın kabirlerini ziyaret eden Bektaşîler, sağ ve sollarına yedişer habbe takarlardı. Mevlevîlerde habbe kullanma âdeti olmamakla birlikte, 1887'de vefat eden

Fahreddin Çelebi'nin fotoğrafında, göğsünün iki yanında birer habbe görülür. Bir de, susma eğitiminde kullanılan ve dil altına konan habbeden söz edilir.
HABBETÜ'L-KALB: Arapça, kalbin habbesi, tanesi, Habbetü'l-Hadrâ: Yeşil habbe: Habbetü's-Sevdâ: Siyah habbe.
HABİBİYYE : Kul, halktan ilgisini keser, Allah'ı kendisine dost edinirse, ondan teklif düşer diyen sahte sûfiler.
HABİBİYYE: Suriye'de bir Rıfaiyye kolu.
HABİBU'LLAH: Arapça, Allah'ın sevgilisi demektir. Hz. Peygamber (s)'in isimlerinden birisidir. Tazim ve hürmet maksadıyla kullanılır.
Sevdi ol nuru, Habibim dedi Hak Hakânî

HABL-İ METÎN: Arapça, sağlam ip. Kur'an-ı Kerim. İlâhî azamet. İlâhî hükümler.
HABS-İ NEFES, HABS-İ DEM: Kan anlamına gelen dem Farsça, habs kelimesi ise Arapça'dır: Nefesi alıp içeride tutmak, ânı, zamanı korumak, bir bakıma durdurmak, hep aynı ânı yaşamak. Nefy-ü İsbât zikrinde, sâlik, bir derin soluk alır, 21 Kelime-i Tevhidi zihnî olarak ağır ağır çeker ve bu sırada soluk üzerine soluk almaz.

Risale-i Bahâiyye'de, kalble yapılan zikrin dört çeşit olduğu kaydedilir: 1. Allah kelimesi, nefes ciğerde tutulup bırakmaksızın, kalp ile (tefekkürî olarak) çekilir, 2. La ilahe illallah (Kelime-i Tevhid), nefes ciğerde tutulmadan, normal soluk alış verişleri devam ederken çekilir, 3. Kelime-i Tevhid, nefes ciğerde tutulmak kaydıyla, kalbden (zihnen) çekilir, 4. Kelime-i Tevhid, nefes habsedilerek zikredilir. Hoca Bahâeddin, Hoca Muhammed Pârsâ'ya, gizli zikri öğretirken, onun kafasını suya sokar "şimdi zikret bakalım" der. O da ağzını açamadığı için, zikri, düşünce planında çekmek zorunda kalır. O durumda ağızdan ne hava çıkmakta, ne de girmektedir.
HAC: Arapça, gelmek, kastetmek vs. gibi çeşitli anlamları olan bir kelime. Şer'an, bilinen bazı şartları taşıyan iman sahibi kişilerin, senenin belli zamanlarında (Zilhicce ayı), belirli kurallara uyarak, Mekke'de Ka'be'yi ziyaret etmesine, Hac denir. Allah'a ulaşmak üzere yapılan, mânâ planındaki yolculuğa da, Hac denir. Derviş, bu haccında, varlık diyarından yokluk diyarına hicret eder, yolculuk yapar. Noksanlıktan olgunluğa erer. Mikatta, riya gösteriş elbisesini soyunur, takva elbisesini bembeyaz pırıl pırıl olarak giyer; dünyadan sıyrılır, Arafat'ta arif olarak durur, Hakk'ın âfâk ve enfüsteki âyetlerini müşahede eder, nefs koçunu (veya hayvanını) Mina'da keser, kurban eder, nefsinin şeytanî yönünü cemrelerde taşlar, törpüler, Safa tepeciğinde saflık, Merve'de mürüvvetliği elde eder. Ka'be'de Allah'ın haremine girer, manevî neş'e ve ruhanî ferahlık bulur. Hac ibadetindeki çeşitli uygulamalar ile, manevî olgunluğu elde etme yolu (tasavvuf) arasında, bu tür sembolik benzeşimlerin bulunuşu, gerçekten çok ilginçtir.
HACCACİYYE: Ebu'l-Haccâc Yusuf b. Abdurrahmani'l-Kuşeyrî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.
HÂCEGÂN TARİKATI: Nakşbendiy-ye Tarikatı'nın bir diğer adı. Hâcegân, Farsça'da, "hoca" kelimesinin çoğulu olup "hocalar" manasına gelir, iran kültür çevresinde bilim adamları için bu tabir kullanılır. Bu tasavvuf okulunun liderlerinin, tamamen ilmiyye sınıfına mensub olması münasebetiyle, Hâcegân (veya hocagân) Tarikatı diye anılmıştır. Hoca Abdülhalık Gucdevanî (ö. 1179-80)'nin fikirlerine dayanır.
HÂCE: Farsça, hoca, âlim, bilgin demektir. Çoğulu Hâcegân veya hocagân'dır. Nakşîliğin erken dönemlerinde, Orta Asya'daki şeyhlerin bilim adamı oluşu sebebiyle, onlara hoca, hâce gibi isimler verilmiştir: Hoca Bahâeddin Nakşbend, Hoca Abdülhalık Gucdevanî, Hoca Arif Rivgirî, Hoca Yusuf Hamedanî vs. gibi. O dönemde Nakşîlik, bu sebeple Hâcegâniyye adını almıştır. Kısacası, Nakşîlik, ilim adamlarının yönettiği bir tasavvuf okuludur.
HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insandaki latifeden ibarettir. Hacer-i Esved'in siyah rengi alışı, tabîî gereklilik sonucu, değişimi sebebiyledir. Bir hadis-i şerifte Hz. Rasûlullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha beyaz renkte olmak üzere indirilmişti. Ademoğullarının hatâları, zamanla onu kararttı." insanî latîfeden ibaret hacer, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz insanı en güzel kıvam üzere yarattık" (Tîn/4) âyeti bu mânâyı içerir, insanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır. İşte bu mânâda olmak üzere "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tîn/5) denmiştir.
HACET : Arapça, ihtiyaç duyulan şeye denir. Bunun mukabili, fuzûl olup, kendisine ihtiyaç duyulmayan şey demektir. Meselâ bir kat elbise hacet, ikincisi fuzûldür. Yine sufilere göre, bir don, gömlek nefsin hakkıdır, ancak bunun üzerine elbise giymek hacettir, zaruret değildir. Bu durumda, (1) Don, gömlek (tepeden tırnağa olan uzun gömlek) giymek: Nefsin hakkı, zarurî (2) Bunun üzerine elbise: Hacet, (3) İkinci elbise: Fuzûl.
HACIM SULTAN MAKAMI : Bektaşî deyimidir. Meydan'daki makamlardan biridir. Hacım Sultan Makamı'na aynı zamanda, "Meydan Taşı" da denir. Her makamda niyazda bulunulduğu gibi, burada da niyaz olunurdu. Nasib alan tâlib, kılavuzunun delaletiyle bu makamın ne olduğunu şu şekilde öğrenirdi: "Buna Meydan Taşı derler. Hz. Pîr Efendimizin meydan celladı deyu nasb buyurdukları, elinde kudret kılıcı ile duran Hacım Sultan Makamı'dır. Bu, terbiyesiz, edebsiz, erkânsız olanları yalancılık ve yolsuzluk edenleri, terbiye edip yola gelinecek makamdır. Bu makamda terbiye ederler".
HÂCİB-İ HAK: Arapça, Hakk'ın kapı bekçisi anlamında bir ifade. Mürşid-i Kâmiller, kulu Allah'a ulaştıracak metodu (tarikatı, menheci) bilen ve öğreten mütehassıs öğretmenlerdir. Onların ihsana veya vuslat'a ulaştırmadaki metodlarına uyanlar, sonunda bir Yunus, bir Mevlânâ olur. Bu şekli ile mürşid, kul ile Allah arasında öğretmenlik görevi yapan biri olarak görülür, ibn Sina, "Allah'ın huzuru, gelişi güzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır" demiştir. Tasavvufta bu ulu makama, bir öğretmen ve bir usûl dairesinde girilmesi gerektiği kanaati, önem arzeder.
HÂCİS: Arapça, akla veya hatıra gelen şeye hâcis denir. Çoğulu hevacis'tir. Kâşânî hâcis'i, nefsanî düşünceler olarak tanımlar. Kalbe gelen ilk his veya düşünceye de, hâcis denmiştir. (Hâtır-ı Evvel). Buna, genellikle iyi ve hayırlı olarak kabul edildiği için, Rabbânî Hatır adı da verilir. İlk hatır genelde isabetli olur, hatalı olmaz. Bu hatır, nefsde gerçeklik kazanırsa irade, kalbe yönelmesi durumunda kasd, kuvveden çıkar tahakkuk mevkiine geçerse, niyet adını alır. İrade, himmet, azim, kasd, hâcis'in çeşitli şekilleridir.
HÂCİYYE: Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Hâc (ö. 1336-37) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
HAD : Arapça'da, sınır, derece, rütbe, işlenen suç karşılığı verilen ceza gibi manaları, ifâde eder. Konu ile ilgili bazı atasözleri, şu şekildedir:

"Haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan giydirmekten yeğdir": Aşırı gidenlere gereken karşılığı mutlaka vermeği ifâde eder.

İslâm'ın şartı beş, altıncısı haddini bilmektir.
Haddini bilmek. Haddini bildirmek: Derecesini, mertebesini, yolunu yordamını bildirmek anlamında kullanılır.

el-Hafnî, seni Allah'la ayıran şeye had denir, diye farklı bir tanımlama yapar.
HADDÂDİYYE : Şeyh Abdullah b. Alevî el-Haddâd'm kurduğu, Aleviyye tasavvuf okulunun bir kolu.
HADÎKATÜ'L-ERVÂH: Arapça, ruhların bahçesi demektir. Bu tâbiri Mevleviler kullanır. Konya'da Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin türbesinin dış tarafında, ancak dergah'ın sınırı içindeki Mevlevî kabristanına verilen ad.
HÂDİMÜ'L-FUKARÂ: Arapça, fakirlerin veya dervişlerin hizmetkârı demektir. Şeyhler için kullanılan bir unvandır. Akşemseddin'in dediği gibi, Şeyh, Allah'ı kula, kulu Allah'a sevdirme konusunda dervişlere hizmet ettiği, onların dünya ve âhiret mutluluklarına yardımcı olduğu için, bu isimle anılır. Halk arasında yoksullara bakan, onlara hizmet edenlere de bu isim verilir. Şeyhlerin yazdıkları mektuplara bastıkları mühürlerde, genellikle bu unvanın kazılı olduğu görülür. Sözün özü, bu unvan, bir tevazu ifadesi olmaktadır.
HADS : Arapça, vaki olmak, yok iken var olmak manasınadır. Bazı sufîler, Allah'ın toplumu uyarmak üzere, âlemde bir takım âyetler ortaya çıkardığını, belli kişileri uyarmak için de, kalblerindeki kötü duyguları giderdiğini söylerler.
HADS: Arapça, sezgi demektir. Kalbî sezgiyle biliş. Çoğulu, hadsiyyât.
HÂFIZ-I MESNEVÎ: Arapça, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin Mesnevisini ezbere bilen demektir. Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, tâbir Mevlevîlere aittir. Eskiden Mevlevîhanlar, çoğunlukla Mesnevî hafızı olurlardı. Âyin günleri, âyinden önce, Mesnevî'den bir parçanın ders olarak anlatılması gerekirdi. Bu durumda Mesnevîhanlar, ellerine kitap almadan bu işi yaparlardı. Sonradan, Mesnevîhanlar, Mesnevî'yi ezbere bilmediklerinden, ellerine kitap alıp o şekilde kürsüye çıkmaya başladılar. Bir de Kâri-i Mesnevî vardı ki, bu da, hâfız-ı Mesnevî'nin yanıldığı yerde, hatırlatma yaparak onu doğrulturdu.
HAFÎ: Arapça, gizli olana hafî derler. Tehânevî bunu, mahiyeti gizli olması nedeniyle ruha, hafî denilir, diye tarif etmektedir, insanın madde planında göğüs üzerinde beş noktaya taalluku bulunan ve zikir mahalleri olarak gösterilen letaif-i hamse'den biri de, dördüncü sırada olmak üzere, hafîdir. Buna ruhun hafî tavrında bulunması da denir. Yeri, sağ memenin dört parmak üzerindedir, nuru, siyahtır. Hafî'nin, Hz. İsa'nın kademi altında bulunduğu kaydedilir.
HÂFİYYE: Nakşbendîliğin Çin ve Türkistan'daki adı.
HAFİFİYYE: Abdullah b. Muhammed b. Hafif ez-Zabbî eş-Şirâzî (ö. 982)'nin görüşleri esas alınarak, XIV. asırda kurulmuş bir tasavvuf okulu.
HAK: Arapça'dır, gerçek anlamına gelir. Allah'ın güzel isimlerindendir (el-Hakk). Bununla ilgili bazı deyimler ve atasözleri şöyledir:
Hak erenler : Allah'a ulaşmış, vuslat ehli kişiler, gerçek erenler.
Hak etmek : Birşeye layık olmak. Veya dervişler arasında, yemeği tamamen bitirmek manasında kullanılan bir ifadedir: "Erenler, şu lokmayı hak et".
Hak ile Hak olmak : Sufinin varlığından, benliğinden sıyrılıp, irâdesini tamamiyle Allah'ın irâdesine bağlaması, demektir.
Hakkından gelmek : Bir işi hakkıyla becermek.
Onun hakkından Allah gelsin : Başedilemeyen kişiler hakkında kullanılır. Beddua.
Hakk'a kavuşmak-Hakk'a yürümek : Ölmek manasına. Haklamak : Birşeyi tümden yapmak.
Nutuk haklamak, nefes haklamak : Öğüdü tutmak, yerine getirmek.
Haklı hayırlı : Mürşidin duası ve gülbangi.
Haklı-hayırlı dilemek : Yapılan hizmet karşılığı himmet dilemektir.
Mesela, mumları uyandıran (yakan) derviş, dâr'da durarak "hizmetimin haklı hayırlısı dilerim, Allah, eyvallah" der, Mürşid de ona haklı-hayırlı bir gülbank çeker. "Gerçeğe Hû" der ve herkesin yerine niyaz eder. Derviş, bu şekilde himmetini almış olur.
Hak'ta Hak olmak, Hak vere, Hak vere olmak : Bir şeyin bittiğini ifâde etmek için kullanılır.
Ekmek Hakta, ekmek Hak vere: Bitmiş, yok olmuş demektir. Derviş yanılıp "yok" derse, mürşid "şeytan yok olsun" diyerek, onu edebe çağırır. Yok yerine, hak olmuş demek, dervişlik edebidir.
Hakkullah'a çıkmak : Bektaşî dervişleri, harman zamanı köylere çıkarak, dergâha ekin toplarlar. Verilen buğday, arpa, yulaf ve diğer ürünlere Hakkullah denir. Bu husus, daha ziyade Bektaşî tasavvuf geleneği için geçerlidir. Hasat zamanı, köylere giden dervişler "pîr hakkı", "kazan hakkı", "çelebi hakkı" adı altında tahıl toplarlardı. Dedelerin de "dâde hakkı" vardı.
Uğurun Hakk'a olsun : Uğurlar olsun, diyene verilen karşılıktır. Hakk'a giden.
Hak uğurum hakkı için: Bu bir yemin ifadesidir.
Hak'tan gelen Hak'tır, inanmayan ahmaktır: Yapılan işin manevî cezası veya mükâfatı gelip çatınca söylenir.
Hak deyince akan sular durur : Gerçeğe karşı konulamayacağını ifâde eder.
Hak diyen mahrum kalmaz : Allah'a dayanıp bir işe girişenin mahrum kalmayacağını, başarılı olacağını bildirmek için söylenir.

Tevhîd eden deli olmaz,
Allah diyen mahrum kalmaz.
Her seher açılır solmaz,
Bahara erer gülümüz.
Bezcizâde Muhyiddin (ö. 1611)
Hak doğrudadır: Gerçeğin gerçek işte olduğunu bildirir.
Hak, doğrunun yardımcısıdır : Allah'ın doğru kişilerin yardımcısı olduğunu ifade eder.
Hakkı tanıyan bâtıla boyun eğmez : Gerçek inancın verdiği güveni, direnci, gücü ve kuvveti ifâde eder.
Konu ile ilgili atasözü haline gelmiş bir beyti de zikretmek gerek:
Hak, kulundan intikamın, gene kul ile alır,
Bilmeyen ilm-i ledünnî, ânı kul etti sanır.

"Hak söz acıdır", "Hak söz ağu (zehir)'dan da acıdır", "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar", "Hak inci bile olsa acıdır", hemen hemen aynı manayı ifâde eden deyim ve atasözleridir.

Hak veli olduğundan şüphe yok, ama lafı ters anlıyorsun: Velilik taslayan kişi için, alay maksadıyla söylenir.
Hak yerini buldu : Adaletin gerçekleşmesini ifâde eder.
Hak yolunda yuvarlanan merdâne olur : Burada iki mana vardır: 1. Merdâne ercesine, erkekçe, 2. Uzun, yuvarlak taşa ve tahta yahut taştan, yuvarlak mermere de, merdâne denir. Silindir biçimli loğtaşıyla, toprak evlerin damlan yağmurdan sonra düzlenir. Hak yolunda olan kişi de önüne çıkan her işi başarır, merdâne (loğtaşı) gibi dümdüz eder, düzenler, düzeltir. "Allah apaçık bir Hak'tır" (Nur/25) âyetinin ifâde ettiği gibi, Hak, Allah'ın yüce isimlerinden birisidir.

Şarkâvî'nin yaptığı açıklamaya göre, sufîler, hukûk'un zuhur ettiğinde, hazların (huzûz) kaybolduğunu kaydederler. Bu şu şekilde açıklanır: Mürid, irade, kasıt, ma'rifet ve hâli gerçekleştirme bakımından Allah'ın yoluna yöneldiği zaman, hazlar kaybolur. Çünkü mürid, kendini tamamen buna verince, artık nefsinin arzularıyla meşgul olamaz, onları düşünemez. Bu ikisi birbirine zıddır. Birbirine zıt olan hukuk bir araya gelemez.
HÂK: Farsça olan bu kelime, toprak manasına gelir. Sûfî toprağa benzetilmiştir. Ona her kötü ve çirkin şey atılır, ondan ise sadece gül ve çiçek biter. Bu, alçakgönüllülük ve kalb-i selimi ifade eder. Benliğin bulunmaması durumu, tevazu, toprak gibi olmak, hep olgunluğun tanımını verir.

Hâk ol ki Hûda mertebeni eyleye âlî,
Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir,
Ruhî

HAKÂYIK-I BEDÎHİYYE: Apaçık gerçekler anlamına gelen Arapça bir tamlama. Vasıtasız olarak, sevgi ile bilinen gerçekler.
HAKÂİKU'L-ESMÂ: Arapça, isimlerin gerçekleri demektir. Zatın ta'ayyünâtıyla, o ta'ayyünât arasındaki nisbetler yerinde kullanılan bir tâbirdir. Nisbetler denilen şeyler, bir takım sıfatlardır ki, insanlar o sıfatlarla birbirinden ayrılır.
HAKİKAT EHLİ: Fena fillah'tan sonra, beka billah'a eren sufîler için kullanılan bir deyimdir. Bunlar, irâdelerini, Allah'ın iradelerine bağlamış kişilerdir. Bu sebeple iradelerini terketmişlerdir.
HAKİKATÜ'L-HAKİKA: Arapça, hakikatin hakikati demektir. Bütün hakikatleri kendinde toplayan ehadiyet (birlik) mertebesine denir. Sûfiyye buna, hazret-i cem veya hazret-i vücûd da, der.
HAKİKAT-I MUHAMMEDİYYE: Mu-hammedî (s) hakikat demektir. Kâşânî'ye göre, ilk belirme (te'ayyün-i evvel) ile beraber zâttan ibaret olup, Esmâ-i Hüsnâ'nm tamamı Hakikat-ı Muhammediyye'dir. Bu hakikate, ism-i A'zam da denir.
HAKÎM: Arapça, hakîm olan, hikmet sahibi demektir. Allah'ın noksanlıktan uzak, kemal sıfatlarını, dünya ve ahirette kendinden sâdır olan fiil ve eserleri bilmesidir. Sûfiyye bu marifete, meşru riyazet ile ulaşır. Hikmetü'l-İşrak Şerhi'nde hakimlerin on mertebesinin olduğundan bahsedilir.
HAK ERENLER : Allah dostları, gerçeğe ulaşanlar ve ebrâr için kullanılan bir terimdir.

Ben sefaletten ölürken seni sıkmazsa refah,
Hakerenler buna ummam ki desin eyvallah.
Mehmet Akif Ersoy

HAKİKAT: Gerçek manasına gelen Arapça bir kelimedir. Sûfîler şeriat, tarikat, hakikat ve ma'rifet şeklinde, Allah'a ulaşma yolunda dört mertebe kabul ederler. Görüldüğü gibi bunlardan üçüncüsü, "hakikat" olmaktadır. Sufiyye bunlardan ilkinin avam (genel olarak halk), ikincisinin havass (seçkinler), üçüncüsünün havassu'l-havâss ve dördüncüsünün de ehass-ı havassü'l-havass'a ait olduğunu söylerler. Hacı Şaban Veli, şeriatın beden, tarikatın kalp, hakikatin ruh, ma'rifetin de Hak olduğunu söyler.
HAKİMİYYE: Hakîm et-Tirmizî olarak bilinen Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö. 285/898/)'nin düşüncelerini kabul edenlerce tesis edilmiş bir tasavvuf okulu.
HAKKA'L-YAKİN: Kâşanî, Hakk'ın, hakikatini ayne'l-cem'i'l-ehadiyye makamında müşahede etmesidir, diye tanımlar. Bu durumda kul, Hak'ta fam olur; hal, söz ve şuhudî açıdan Hak ile bakî olur. Yalnız Hak ile ilmen bakî olmak, hakka'l-yakîn olmaz. Meselâ, her akıllı kişinin ölümü bilmesi, ilme'l-yakîndir. Melekleri müşahedeye başlayınca ayne'l-yakîn, ölümü tadınca hakka'l-yakîn olur. Yani bilmek, görmek, tatmak birbirinden farklıdır. Bu konuda bazı âlimler, ilme'l-yakîn, şeriatın dışıdır; ayne'l-yakîn, şeriatta ihlastır; hakka'l-yakîn, şeriatta hakikati, müşahede etmektir, demiştir.
HAKKIYYE : Bayramî tasavvuf okulunun şubelerinden olan Celvetiye'nin bir koludur. Kurucusuna izafeten bu adla anılmıştır. Celvetiye'nin diğer şubeleri şunlardır: Salâhiyye ve Haşimiyye.
HAKKU'LLAH: Arapça, Allah hakkı demektir. Bektaşî tâbiridir. Hasat zamanı, baba veya dede vekillerinin, köylülerden topladığı belli miktardaki bir tür vergiye verilen ad. Ayrıca bir baba veya mürid, yolculuğa çıkacağı zaman, kendisine yapılan yardıma da hakku'llah denirdi.
HÂKSÂR: Farsça olan bu ifade, yerle bir olmak, toprak gibi olmak anlamlarını ihtiva eder. Allah'a vuslat için sülûka giren, ölmeden önce ölen, gönlünde dünyaya yer vermeyen tekke sakinleri, hankahta bulunanlar ve dervişlere haksâr adı verilir. Kelime miskinlik, zelillik, tevazu gibi hallere sahip olanları gösterir. Arapça "ağber" (üstü başı toz toprak içinde olan) ve "eş'as" (saçı tozlu ve dağınık) kelimeleri de haksâr ifâdesinin karşılığı olarak düşünülmektedir.
HAK VERE : "Yok" anlamına kullanılan bir tabirdir. Meselâ, "dede paran var mı?" sorusuna "yok" denmez, "Hak vere" denilirdi. Bu tabir aynı zamanda bir dua idi. Dilencilere para vermeyip "Allah versin" ifadesi ile baştan savulması da, bu kabildendir. Tasavvuf mensuplarının, bu durumda, "Hak vere" tâbirini kullandığı kaydedilir.
HAL: Arapça, hal, durum demektir. Zikir, hüzün sevinç gibi durumlarda kalbe gelen şeye denir. Bu bast, kabz türünden birşey olur; geçicidir. Kâşânî'ye göre, bu durumun kalıcı olmasına, makam denir, sûfinin bulunduğu durum ve zamana göre değişkenlik arzeder. Tasavvufta hal ehli, kal ehli diye iki gruptan bahsedilir. Kal ehli; manevî hâllere sahip olmayan, işin sadece lafını eden kişiler iken, hâl ehli; gerçeği bulanlar, marifete erenler, bu şekilde birliği (tevhid) yaşayanlardır. Bazı tâbirler, hâli güzel tasvîr ederler.
Hale gelmek: Sûfinin, sohbet, zikir sırasında veya yüksek manevî bir şahsın huzurunda, kendinden geçip cezbeye gelmesine "hallenmek" veya "hâle gelmek" denir.
Hâl giydirmek: Bir erenin, hâl bağışlamasıdır. Bu çok defa meczupların, hallerini, kendileriyle düşüp kalkanlara yansıtmaları, veya meczubun yanındakilerine dokunmayın, ama onlarla da düşüp kalkmayın, yoksa hallerini size giydirirler" tarzında öğüt veren mürşidler bulunurdu.
"Erenler, kâlimizi, hâle tebdil eyle" atasözü, tasavvufun kabuğunda kalmayıp, hakikatine ermeyi hedef almanın önemine işaret eder.

HAL' : Arapça, çıkarmak manasına bir kelime. Kâşânî bu terimi, salikin bir daha nefsinin isteğine, tabiat ve âdetin gereğine uymayacak şekilde, Hakk'ın emrine uygun olarak kulluğu tahakkuk mevkiine koymasıdır, diye tanımlar.
HÂL, HÂL-I SİYAH: Farsça, ben, siyah ben demektir. Hakiki vahdet noktası ki, gizli olduğu için bu adla anılmıştır. Gayb âlemi. Hakk'ın mutlak gaybı ve bilinemeyen hüviyeti. Günah karanlığı. Ben, bir nokta olup, o da Allah'ın sembolüdür.
HALEBİYYE: Şeyh Ahmed Bedevî Tantavî'nin kurduğu Bedeviyye'nin kollarından biri. Kurucusuna nisbetle bu ad verilmiştir. Bedeviyye'nin diğer şubeleri şunlardır: Şennâviyye, Metbûliyye, Beyyûmiyye, Merzûkiyye, Sutûhiyye, Alevâniyye.
HÂLETİYYE: Dede ibrahim Gülşenî'nin kurduğu Gülşenî şubelerinden birinin adıdır. Gülşeniyye'nin diğer bir kolu da, Sezâiyye'dir.
HALEVİYYE: Necmeddin Kübrâ'nın kurduğu Kübreviyye kollarından biri.
HÂLİDİYYE: Ebu'l-Bahâ Ziyâüddin Halid b. Ahmed b. Hüseyin el- Osmanî eş-Şehrizûrî (ö. 1242/1826-27) tarafından kurulmuş, bir tasavvuf okulu. Bu okul, Nakşibendiliğin şubelerinden biridir. Şeyh Hâlid, ilk tahsilini, memleketi Süleymaniye'nin kasabalarından Karadağ'da yapmıştır. 1805'te hacca gitti. Şeyh Muhammed el-Kezberî'den Kadiriliği ve tasavvufun inceliklerini . öğrendi. Şeyh Mirza Rahîmullah'ın tavsiyesi ile, Hindistan'a Şah Abdullah Dehlevî'yi ziyarete gitti. 1809'daki bu ziyaret, onun Nakşbendîliğe girmesine sebep oldu. Şeyh Halid bu muhterem zatttan, Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Çiştî, Kübrevî icazetleri aldı. 1813 senesinde Bağdad'a döndü. Daha sonra Şam'a hicret ederek vefatına kadar (1826 veya1827) orada kaldı. Kabri, Şam'dadır. Hakkında malumat veren en önemli eserler şunlardır: Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Bağdadî'nin el-Hadika tü'n-Nediyye ve'l-Behcetül-Halidiyye'si; Mevlâ Fasih'in el-Mecdü't-Talîd fî Menakıbı Şeyh Hâlid'i: el Hânînin el*Hadâikul-Verdiyye fî Ecillâi'n-Nakşbendiyye'si.

Şeyh Hâlid'in çok sayıda eseri vardır: 1. Farsça Divan'ı, 2. Şerh-i Makâmât-ı Harîrî, 3. Şerh-i Hadis, 4. Akâidül-İslâm, 5. Akâid-i Nesefiyye Ta'likatı, 6. Risale fî İrâdeti'l-Cüz'iyye, 7. Risâletür-Râbıta. Tasavvuf okulunun silsilesi şöyledir: 1. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r), 2. Selmân-ı Fârisi, 3. Kasım b. Muhammed 4. Ca'fer-ı Sâdık, 5. Ebû Yezîd Tayfur el-Bistamî, 6. Ebu'l-Hasan Harakanî, 7. Hace Ebû Ali Farmedî, 8. Hace Yusuf Hemezânî, 9. Abdülhâlık Gucdevânî, 10. Hâce Arif Rivgirî, 11. Hâce Mahmûd incir Fağnevî, 12. Hâce Ali Râmitenî, 13. Muhammed Baba Semmâsî, 14. Şeyh Seyyid Emîr Külâl, 15. Şah Muhammed Bahâeddin Nakşbend, 16. Hâce Alâuddin Attâr, 17. Hâce Ya'kûb Çerhiyyu'l-Hisârî, 18. Hâce Ubeydullah Ahrâr Taşkendî, 19. Hâce Muhammed Zâhid 20. Hâce Derviş Muhammed, 21. Hâcegî Emkenekî, 22. Hâce Bakî Billah-i Kabûlî, 23. imam-ı Rabbânî Ahmed Faruk-ı Serhindî, 24. Muhammed Ma'sûm, 25. Şeyh Seyfuddin, 26. Seyyid Nur Muhammed Bedvanî, 27. Habibullah Mazhar-ı Canan Şeyh Şemsüddin, 28. Şeyh Abdullah Dehlevî, 29. Mevlânâ Hâlid Bağdadî (Kaddesallahu esrarahüm)

Kurduğu Hâlidiyye okulu kısa zamanda halifeleri vasıtasıyla Anadolu, Mısır, Kafkasya ve Rumeliye yayıldı.
HALİFE: Arapça, birinin yerine geçen, arkasından gelen vekil olan kişi anlamlarına gelir. Bu kelime, Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi'nin 30, Sâd Suresi'nin 26. âyetinde geçer, ilk âyette, "yeryüzünde bir halife yaratacağım", ikincisinde ise "Biz seni yeryüzünde halife kıldık, artık insanlar arasında Hak ile hükmet" manaları vardır. İnsanlar arasında Hak üzere hükmeden peygamberin, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu, bu ayetlerden ortaya çıkmaktadır. Tasavvuf okullarında ise; şeyh, müridlerinin yetişkinleri arasında, kendisi gibi mürşid-i kâmil olmaya ve derviş yetiştirmeye manevî yetenek kazananlara, özel metodlarla halifelik denilen bir emanet verir. Bu bakımdan halife, o mürşidin naibi ve kâim-i makamı olurdu. Halifelik, tasavvuf okulunda bir kişinin varacağı son makamdır. Tasavvuf yoluna girip Allah'a kavuşmayı arzu eden kimseye muhib denir. Bir müddet sonra muhib olana bey'at töreni ile "dervişlik" payesi verilirdi. Bu durumda, Bektaşîler taç giyerken, Mevlevîler çile (halvet) çıkardıklarında hücre sahibi olarak derviş unvanını alırlar. Halife, bu dervişler arasından seçilir. Özellikle Mevlevîlerde halifelik ve şeyhlik, fonksiyon itibariyle farklılık arzederdi. Şeyh, bir dergâhın mesnevîhanlığı sıfatıyla, Çelebi Efendi tarafından, o dergâhı idareye ve nevniyâzlara Mesnevî hükümlerini öğretmeye vekil olurdu. Bu sebeple şeyh, emânet ve hilâfeti hâiz olmayabilirdi. Nitekim bu gibi şeyhlerin hizmet verdiği dergâhta, bir veya daha fazla, hücrenîşîn hilafetnâme sahibi dede bulunduğu da olurdu. Derviş, ister o dergâhın şeyhinden, isterse hilafetnâme sahibi kişiden sülük çıkarırdı. Burada makbul olanı, şeyhlik yapanın aynı zamanda hilafetnâme sahibi olması idi.

Bektaşîlerde, halifeye "çehar alâmet" (dört nişan) verilir. Mevlevîlerde, halife adayı ile mürşid, seccade üzerinde kıbleye karşı otururlar. Mürşid, halife adayının iki kaşı ortasından veya kaşlarından ve bıyıklarından makasla birkaç kıl keser, hilâfet destan sarılmış sikkesini tekbir eder, bey'at âyetini (Feth/10, 18, 19,) okur, yorumlar daha sonra elini beyat eli tarzında tutar, Muhammed (s) suresinin 19. âyetinin baş tarafını okur, üç kere Allah'ın adını zikreder, hırkasını tekbir edip giydirir. Her sabah namazından sonra, bu âyetin "fa'lem ennehû la ilahe illallah" (bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur) kısmını okuyup, nefesinin dayanacağı kadar miktarda "La ilahe illallah" demesini tembih eder. Bu bir nefeste, üç, beş, yedi, dokuz ve daha fazla sayıda tevhid kelimesi çekilebilir. Tenbihten sonra, hilâfetini tebrik eder, görüşürler, tören bu şekilde sona erer.

Bazı tasavvuf okullarında görüldüğü gibi, halifelik nakısa ve tâmme diye ikiye ayrılır. Hilâfet-i tâmme sahipleri, şeyh olabilme durumundadırlar. Nakısa olanlarsa, sadece müridlerin derslerini takip ve sülûkunu tamamlatmak gibi görevlerle meşgul olurlar, şeyhliğe yükselemezler. Ancak hilâfet-i tâmme'ye ulaşabilirlerse Şeyh olabilirler. Bir şeyhin bir halifesi olduğu gibi, birden fazla halifesi de bulunabilir. Bu sayı, Müridlerin yetişkinlik durumuna göre az veya çok olur.
HALİFE DEDE: Mevlevi tâbiridir. Bir derviş, matbaha yeni çıkınca, halife dede ona yolunu tarif ederdi.
HALİFE HÜCRESİ: Mevlevî tâbiridir. Konya'daki merkez dergâhta, nevniyâzlarla seyr ü sülûku tâlim ile görevli halifenin, matbah (mutfak) içindeki özel odasına verilen ad.
HALÎL: Arapça, dost demektir. Hz. ibrahim'e verilen bir sıfat. Nisa suresi, ayet 125'te geçmektedir. İbrahim (a) cömertlik ve konukseverlikle tanınmıştır. Bu husus, özellikle Hicr 51 ve Zâriyat 24. ayetlerde açıkça görülmektedir. Tasavvuf okulları bu sebeple, sofra gülbanklerinde Hz. İbrahim'i mutlaka anarlar. Mevlevîlerin "somat gülbangi", "nân-ı merdân" yahut "hân-ı merdan, ni'met-i Yezdan, berakât-ı Halîlürrahmân" diye başlar. Bektaşîlerin sofra gülbanglerinde de şu ifadeler bulunur: "Nur ola, sır ola, gittiği yer gam görmeye, yiyenlere de nûr-ı iman ola, Hak erenler Halil İbrahim bereketi vere". Tasavvufta her peygamber, kendisindeki belirgin vasıfla mutasavvıfları etkilemiştir. Hz. İbrahim'in, bu konudaki etkisi, hullet (dostluk, yani Allah ile dostluk) olarak bilinir.
HALİLE-ZEN: Zil çalan manasına Arapça-Farsça bir terkip. Halîle, avuçtan büyük, iç tarafı biraz çukur olan ve bu çukur yerdeki kayışa el geçirilerek, bir el hafifçe aşağı çekilmek suretiyle, iki el birbirine çarpılıp, tempo tutulan zillere denir. Halîle ile tempo tutana "halîle-zen" denir. Bu enstrüman tekke musikisinde kullanılır. Mehter bölüğünde bu zilleri çalana "zil-zen" adı verilir.
HALÎLU'LLAH: Arapça, Allah'ın dostu demektir. Hz. İbrahim'in isimlerinden birisidir.
HÂLİSİYYE: Kadirî tasavvuf okulu kollarından biridir. Kurucusu, Ziyâüddin Abdurrahman Hâlisü't-Talebânî (1 797-1 858-9)'dir. Kadiriyye usulüne yenilik getiren bu zat, manevî olgunlaşmada zikir olarak, sadece "Allah" ve "La ilahe illallah"'ı esas alarak, diğer zikirleri bırakmıştır. Babası Şeyh Ahmed Talebânî'dir.

Doğum ve ölüm yeri, Kerkük'tür. Şairdir, mahlası Hâlis'tir. Sâdık Vicdanî'nin, Tomar'da belirttiğine göre bu zât, her sene Bağdat'a gider, devrana reislik yaptığı gibi, diğer Kadiri tekkelerinde icra edildiği halde, hangâhta âdet olmayan kudüm çaldırırdı. Hatta, bundan sıkılanların seccade-nişin olan zâta müracaatla, "Şeyh Abdurrahman Talebânî'nin makam-ı Pirde kudüm çaldırmasına niçin müsade ediyorsunuz? Büyük dedenizin ruhunun incinmesinden korkmuyor musunuz?" demişler, Abdülkadir-i Geylanî (k)'nin torunlarından Nakibü'l-Eşrâf, Seyyid Ali Efendi'den şu karşılığı almışlar: "Ben, Sultan ile veziri arasına giremem". Şeyh Abdurrahman, tekkesinde bir kaç yüz fakiri muntazam doyurduğu gibi, müslüman olmayanlara da yemek dağıtırdı. Tekkede yemek yiyen bir mecusi daha sonra dinî ibadetini tekkede yapmak isteyince, bazı dervişler ona karşı çıkmışlardı. Bu durumu gören Şeyh Abdurrahman, müridlerine engel olarak, o mecusinin tekkede serbestçe ibadet yapmasını sağlamıştır. Türkçe ve Farsça şiirler bulunan bir Divanı, Mevlana'nın Mesnevi'sinin ilk on sekiz beytinin bir şerhi vardır ki, bu şerh 1867'de basılmıştır. Ayrıca Şeyh Ali Nurbaş'ın, Abdülkadir-i Geylânî'nin hayatına dair "Behçetül-Esrâr"ın Türkçe tercümesini yapmış ve bu 1816'da basılmıştır. İşte Şeyh Abdurrahman'ın kurduğu Kadirî şubesi, mahlası olan Halisiyye ile anılmıştır.
HALK: Yaratma anlamında Arapça asıllı bir söz. İnsanlara da halk denir. "Halka menfur olmadan" yani halkın nefretini kazanmadan, "Hakk'a makbul olunmaz" atasözü özellikle Melâmîlikte tasavvuf yoluna girenin, halktan ayrılması, kendini kulluğa vermesi gerektiğini, inancı, kılık-kıyafeti bakımından halkın nefretini kazanabileceğini yahut kendisiyle alay edileceğini, fakat bu hâle düşmeden de Hak katında makbul olunamayacağını bildirir. Melâmet meşreb tasavvuf erbabında daha ziyade belirginlik kazanan bu hal, tasavvufî yolda elde edilen bazı marifetin halk tarafından yanlış anlaşılabilirliğini; aslında bunun saklanması icabederken açımlanması durumunda, kişinin refüze edildiğinde, buna katlanmak gerektiğini, bu hâlde sabırlı davranıp, kendini Allah'a vermeyi öğütlediğini söylemek, daha doğru olacaktır. Zira, Hz. Peygamber'e göre toplumun içinde yaşayıp, oradaki sıkıntılara katlanmak, tek başına insanlardan uzak, dağ başında yaşamaktan daha üstündür. Yine Hz. Peygamber (s)'in "töhmet mahallerinde bulunmayın" tavsiyesi de, insanları yanlış zanlara sevketmemek açısından, topluma ait sosyal kültürün şeklî unsurlarını tatbik mevkiine koyduğunu göz önünden uzak tutmamak gerekir. Bazı tasavvuf okullarının, şekilciliği reddetmelerine karşılık, bir başka şekilcilik içinde kalmaları, gerçekten ilginçtir.

Halka verir talkını, kendi yutar salkımı: "Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?" (Saff/2) âyetinden mülhem bir atasözüdür. İslâm'a gönül verip, ısrarla savunduğu halde, onun büyük bir bölümünü uygulama mevkiine koymayanlar için, bu atasözü çarpıcıdır. Zira, insan inandığını yaşar, ondan sonra onu başkalarına tavsiye eder. Yaşamadan tavsiyeye, anlatmaya yönelmek samimiyetsizliktir, ikiyüzlülüktür.

Halk kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de mastar olarak yaratma (Kâf/15), yaratılmış (Nisa/119) ve bazan da iki manaya (A'râf/54) kullanılmıştır. Mişkât'ta nakledilen bir Kutsi Hadis'te "Ben'den başkasından bir şey uman, Beni tanımaz, Beni tanımayan Bana kul olamaz, Bana kul olamayana da gazabım vacip olur. Ben'den başkasından korkana azabım helâl olur". Allah'ın nimetlerine, sınamasına karşı çıkmaz, Rabbisine kızmaz, O'nu itham etmez, va'dinden şüphe etmez, başkalarına şikâyet etmez, şikâyeti tamamen Allah'adır, zira nasibine sabr ve razı olmaya muvaffak kılmak, Allah'ın elindedir. (Abdülkadir el-Geylanî, el-Kadiyyetu li-Talibi Tarîkı'l-Hak, c. 2, s. 173) imam Kuşeyrî de, "mahlukun, kendisi için bir zarar veya yarar sağlamak gücü yok iken, nasıl olur da başka birinden bunu ister. Bu, hapistekinin, yine hapiste bulunan birine bağlanmasına benzer" der.
HALKA-İ TEVHİD: Arapça, tevhid halkası demektir. Dergâhlarda, sufilerin zikir töreninde oluşturdukları daireye, tevhid halkası denir. Halka kelimesi "halaka" şeklinde de okunur.
Nice inkâr olunur halka-i tevhid-i azîz
Âşık ol yerde olur dilber ile hem ağuş
Sabit

HALKA-İ ZİKİR: Arapça, zikir halkası demektir. Çeşitli zikirleri topluca icra ederlerken, dervişlerin meydana getirdikleri, tek veya içice bir kaç daireden oluşur.
el-HALKU'L-CEDÎD: Arapça, yeni yaratılış manasınadır. Kaşanî'ye göre bu tabir, Nefesü'r-Rahmân'dan olan varlığın, kendi zâtı ile varolmayan mümkine ulaşmasıdır. Yine Rahman'ın nefesinden olan, varlığın, sürekli biçimde mümkînler üzerine, her ân yeni bir yaratılış meydana getirmek üzere taşmasıdır. Zira, varlığın mümkine olan nîsbeti, her ânda değişken iken, mümkinin zatmdaki yokluk süreklidir.
HALLÂCİYYE: Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc (ö. 922)'m görüşlerini kabul edenlerce, XIII. yüzyılda yapay zincirle kurulmuş bir tasavvuf okulu.
HAL'U'L-ÂDÂT: Arapça, âdetlerden, alışkanlıklardan sıyrılmak, kurtulmak mânasını ifâde eder. Kulun, tabiat ve âdetlerinin icabettirdiği özellikleri terkederek, Hakk'ın emrine uyup, kulluğu gerçekleştirmesidir.
HALVET: Arapça, yalnız kalıp, tenha bir köşeye çekilmek demektir. Tasavufta ise, zihinsel konsantrasyonu ve bazı özel zikirlerle riyazetleri gerçekleştirmek üzere, şeyhin müridini, karanlık, dış dünyadan soyutlanmış bir yere, belirli bir süre için koyması. Allah ile gizlice konuşmak, kalbi yanlış inançlardan ve kötü huylardan temizlemek, kurtarmak da halvet olarak değerlendirilir. Kâşânî, bu anlamda kulun, kendini bütün varlığıyla Allah'a verip, O'ndan gayri her şeyden uzaklaştığını ifade eder.

Halvet; Hz. Peygamber (s)'in vahy gelmeden önce Hira'da uzlete çekilme uygulamasından doğmuştur. Hz. Musa'nın, Tûr'daki kırk günlük, Allah ile olan özel görüşmesinden esinlenilerek, halvet genelde kırk güne hasredilmiştir. Bu kırk güne bağlı kalınarak, halvet'e erbain ve çile (çihil) de denmiştir. Ancak halvetin ana espirisi; düşünceyi Allah'tan gayri herşeyden uzak tutmaktır. Bir kimse, bir ömür boyu halvette kalsa, kafası dünyevî düşüncelerle meşgul olsa, ona halvettedir denmez. İşte bundan hareketle, özel bir yere çekilmeden, halkın içinde, (halvet der-encümen) sürekli Allah tefekkürünü korumaya muvaffak olan kişilere de, halvet yapıyor, tabiri kullanılabilir. Nur süresindeki "ticaretin ve alışverişin, Allah'ı hatırlamaktan alıkoymadığı kişiler" (Nur/37) âyeti ile bu hususa işaret olunur. Halvet, bütün tarikatlarda bulunan ve kökü çok eskilere dayanan bir uygulamadır. Uygulama şekli, üç aşağı beş yukarı şu şekildedir: Halvet, genellikle dergâhtaki özel odalardan birinde yapılırdı. Şeyh, halvete koyacağı dervişi bu odaya götürür, içeri sokar, dua eder, dervişi orada bırakarak dışarı çıkar, bu şekilde uygulama başlamış olurdu. Yemek ve su hergün muntazam götürülür ve bu günden güne azaltılırdı. Bazı tarikatlar, zeytinyağlı mercimek çorbası verirken, bazıları da çeşitli tuzlu yemek yedirir su içirmezlerdi. Yiyeceğin çeşidi konusunda farklı uygulamalar görülmekle birlikte, hepsinde, genellikle vejeteryan diyet, hâkim unsur olarak dikkati çeker. Kırk gün süre ile, bu durum devam eder. Mürid; abdest, tuvalet, cuma, bayram namazı gibi zaruri çıkışların dışında bütün vaktini, bu dar ve karanlık hücrede az uyku, bol tefekkür ve zikir yaparak insanlarla teması kesmiş olarak geçirirdi. Hatta uykuyu engellemek için, oturdukları yerlerde, boyun ve dizlerini bir kayışa bağlarlar, veya müttekâ (bir çeşit baston)'ya başlarını yaslayarak bir yere dayanmadan derin olmayan, yakaza türünden bir çeşit hafif tavşan uykusu ile yetinme cihetine giderlerdi. Şeyh arada bir gelir, müridin başından geçen özel durumlara göre, nefes eder ve ona yeni bazı zikirler verirdi. Bu süre içinde mürid, vücudundan tırnak ve kıl kesmezdi. Kırkıncı gün, şeyh odaya gelir, müridin bu sürede gördüğü rüyaları dinler, ardından şükür kurbanı kesilir ve bu şekilde mürid, halvetten çıkmış olurdu. Müridin yapacağı ilk iş, yıkanmak, tırnak ve kıl temizliği yapmak, elbise değiştirmek, kelle suyu ile pişmiş bir çorba içmek olurdu. O akşam, şükrâne olarak, fakir fukaranın karnı doyurulurdu. Ancak, günümüz Türkiye'sinde yaptığımız gözlemlere göre, bu uygulamanın pek kalmadığı söylenebilir. Allah'a vuslat, yani tefekkürde sürekliliği sağlayabilme özelliğine ulaşabilmek için, bu tür geçici süreli halvet uygulamaları, daima ön planda tutulmuştur. Hedef; zihnin Allah dışındaki her şeyden sıyrılması, zihnî saflığın elde edilmesidir. Bu durum, halvette sürdürülür. Her yerde Allah ile beraber olma bilinci, tasavvufta bu şekilde oluşturulmaya çalışılır. Ancak, halvet bu konuda yegâne metot değildir, bu iş için başka usuller de vardır.
HALVETİYE: Şeyh Ebu Abdullah Siracüddin Ömer b. Şeyh Ekmelüddin Lahcî (ö. 1349 veya 1397) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okuludur. Bu zat, halvet uygulamasına çok önem verirdi. Hatta, herkesten uzak kalmak üzere, içi boş, büyük bir çınar ağacına girerek, üstüste kırk adet erbaîn (1600 gün) çıkarması meşhurdur. Onun halvete bu denli düşkünlüğü, kurduğu tasavvuf okulunun "Halvetiyye" adını almasına sebep olmuştur. Sarı Abdullah Efendi, Halvetiyye kelimesinin harflerini bir espriye bağlayarak, bu tasavvuf okulunu özetlemeye çalışmıştır: Ha: Kalbi Allah'tan gayri şeylerden huluvve (yani boşaltmaya); Lam: Lezzet-i zikre; Vav: Vikâye-i zahir ve batma (yani içini ve dışını islâm dışı şeylerden korumaya) ve ahde bağlı kalmaya; Te: Temkin'e; Yâ: Yüsr ba'de usr'a (yani zorluktan sonra kolaylığa); He: Allah'ı müşahedeye delâlet eder. Bu tasavvuf okulunun silsilesi şu şekildedir: 1. Hz. Peygamber (s), 2. Hz. Ali (r), 3. Hasan-ı Basrî, 4. Habib-i Acemî, 5. Davud-ı Tâî, 6. Maruf Kerhi, 7. Seri es-Sakatî 8. Cüneyd-i Bağdadî, 9. Mümşâd Dineverî, 10. Ebû Hafs Ömer Vecihüddin el-Bekrî, 11. Ebu Necib Sühreverdî, 12. Kutbuddin Ebherî, 13. Cemaleddin Muhammed el-Buharî, 14. Şihabüddin Muhammed et-Tebrizî, 15. Cemaleddin Şirazî, 16. ibrahim Zâhid Geylanî, 17. Sa'dettin Ferganî, 18. Ahi Muhammed b. Nur 19. Ömer Halveti. Halvetiyye'nin dört ana (Cemaliyye, Ahmediyye, Rûşeniyye, Şemsiyye), kırk dolayında da ara kolu vardır. Kendisinden çok sayıda tasavvuf okulu çıktığı için, Halvetiliğe, "tarikat fabrikası" denir. Bunlardan bazısı: Ahmediyye, Uşşâkiyye, Şemsiyye, Bahşiyye, Demirtâşiyye, Assâliyye, Gülşeniyye vd.
HALVET DER-ENCÜMEN: Farsça, toplum içinde yalnızlık manasına gelir. Nakşî ıstılahı olarak, toplulukta Allah ile yalnız kalabilme san'atını ifâde eder. Nur süresindeki "ticaret ve alışverişin Allah'ı hatırlatmaktan alıkoymadığı kişiler" (Nur/37) espirisi, bu prensiple terimlendirilmiştir. Nakşîlikte sohbet esastır. Yani, tek başına halvete çekilmek yerine, toplulukta halvet temel alınır. Nakşîlik, bu yönü ile pasivist olmaktan uzaktır.

İbadet, tefekkür ve Allah'ı hatırlamakla (zikir) vakit geçirmek üzere, yalnız başına, küçük, karanlık, boş bir odada yalnız başına oturmaya "halvete girmek" denir.
HALVET-GÂH: Arapça-Farsça bir ifade. Halvet yapılan yer demektir. Halvet-hane tabiriyle aynı anlama gelir. Halvetin uygulandığı küçük dar hücreye halvet-gâh veya halvet-hâne denir.
Genc-i halvethanesinde ilm ü irfan münzevî
Kûşe-i babında ikbâl ü seadet pâsbân.
Nef'î
 
 
 
  Bugün 15 ziyaretçikişi burdaydı! Copyright © Tüm hakları saklıdır 2011© | ву мυнαммєя : kagittangemi.tr.gg  
 
kagittangemi.tr.gg
Gulet Charter
Otel Şikayet
Jquery
Eskişehir Emlak
Tekne Kiralama
Ucuz Tatil
Tags Area
Link Ekle
Tatil Dizayn
Web Dizin
Turkey Hotels
Otel Dizin
Ferry Boat Turkey
Otel Video Erken Rezervasyon
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol